şu dağlarda kar olsaydım olsaydım
bir asi rüzgar olsaydım olsaydım
arar bulur muydun beni beni
sahipsiz mezar olsaydım olsaydım.
şu yangında har olsaydım olsaydım
ağlayıp bizar olsaydım olsaydım
belki yaslanırdın bana bana
mahpusta duvar olsaydım olsaydım.
şu bozkırda han olsaydım olsaydım
yıkık perişan olsaydım olsaydım
yine sever miydin beni beni
simsiyah duman olsaydım olsaydım.
şu yarada kan olsaydım olsaydım
dökülüp ziyan olsaydım olsaydım
bu dünyada yerim yokmuş yokmuş
keşke bir yalan olsaydım olsaydım.
İnsanoğlunun fıtratında bulunan bir his; ilgi ve alaka görme başkaları tarafından beğenilme sevilme arzusu... ilgi, alakayı ve sevgiyi bebekken ağlayarak isterdik, çocukken yaramazlıklarımızla, gençlikte asiliğimizle...
Başkaları tarafından alaka görme ve sevilme ancak onlar tarafından güzel ve hoş görünmeyle mümkün olur. Peki sahipsiz ürkütücü bir mezarı kim arar? Siyah kesif ve boğucu bir dumanı kim sever? Elbette hiç kimse. Bizi sevenler aslında bizi değil bizdeki kendilerine hoş gelen şeyleri seviyorlar. Şairane bir ifadeyle
Cananı kim canı için sever canın sever *
Kim -yada Ne - olursak olalım bizimle ilgilenen birisi yok mu ? Ne kadar aşağalık ve sefil hatta iğrenç te olsak bize merhamet edecek bir zat yokmu ? Milyarlarca insanın ve sayısını bilmediğimiz yaratıkların içinde bize sahip çıkan yok mu ?
Var evet O var
Malik olan Allah
Rahman olan Allah
Rezzak olan Allah
Vedud olan Allah
Kayyum olan Allah var...
(*) Fuzulinin hoş bir beytidir. tamamı :
" Cananı kim canı için sever canın sever
Canı kim cananı için sever cananın sever"
Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: düşünce birliği. O da rüzgarın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine. -- Cemil Meriç
Çarşamba, Temmuz 27, 2005
Salı, Temmuz 26, 2005
Beklenen
Dün gece saat birde uykunun o tatlı zamanında kollarımda bir uyuşmayla sıçradım yataktan. Midemde de epey bir sancı vardı. Saat dörde kadar gezeleyip durdum acı içinde. Gecenin karanlığıda insana bir sıkıntı veriyor. Sonra Necip Fazılın o dizesi geldi aklıma insan yaşamayınca yeterince anlayamıyormuş.
İnsanın sağlığı yerinde olunca :
- Ne çabuk sabah oldu daha uykumu alamadım
derken hasta olunca
- Gün Ne zaman doğacak gün doğacak mı yada ben görebilecekmiyim ?
endişesini taşıyor....
Beklenen
ne hasta bekler sabahı
ne taze ölüyü mezar
ne de şeytan bir günahı
seni beklediğim kadar
geçti istemem gelmeni
yokluğunda buldum seni
bırak vehmimde gölgeni
gelme artık neye yarar
İnsanın sağlığı yerinde olunca :
- Ne çabuk sabah oldu daha uykumu alamadım
derken hasta olunca
- Gün Ne zaman doğacak gün doğacak mı yada ben görebilecekmiyim ?
endişesini taşıyor....
Beklenen
ne hasta bekler sabahı
ne taze ölüyü mezar
ne de şeytan bir günahı
seni beklediğim kadar
geçti istemem gelmeni
yokluğunda buldum seni
bırak vehmimde gölgeni
gelme artık neye yarar
Pazartesi, Temmuz 25, 2005
İNTİBAH
...
Ya biz uyuyor idiysekte musibet bizi uyandırmak için verilmişse. uçuruma doğru giden bir arabanın şöförü dürtüklenerek uyandırılmasına
- "Niçin beni rahatsız ediyorsunuz, niçin bana eziyet ediyorsunuz ?"
diyerek kızması manasızdır...
Ya biz uyuyor idiysekte musibet bizi uyandırmak için verilmişse. uçuruma doğru giden bir arabanın şöförü dürtüklenerek uyandırılmasına
- "Niçin beni rahatsız ediyorsunuz, niçin bana eziyet ediyorsunuz ?"
diyerek kızması manasızdır...
Perşembe, Temmuz 21, 2005
Tiger! Tiger!
Tiger! Tiger! / William Blake
Tiger! Tiger! burning bright
In the forests of the night:
What immortal hand or eye
Could frame thy fearful symmetry?
In what distant deeps or skies
Burnt the fire of thine eyes?
On what wings dare he aspire?
What the hand dare seize the fire?
And what shoulder, & what art,
Could twist the sinews of thy heart?
And when thy heart began to beat,
What dread hand? & what dread feet?
What the hammer? what the chain?
In what furnace was thy brain?
What the anvil? what dread grasp
Dare its deadly terrors clasp?
When the stars threw down their spears,
And water'd heaven with their tears,
Did he smile his work to see?
Did he who made the Lamb make thee?
Tiger! Tiger! burning bright
In the forests of the night:
What immortal hand or eye
Could frame thy fearful symmetry?
Kaplan! Kaplan! / William Blake
Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?
Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?
Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da
Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?
Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?
Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?
Cumartesi, Temmuz 16, 2005
Yönetici ve Mühendis
Buyuk bir şirketin üst düzey yöneticilerinden biri bir gün NewYork
üzerinde balonla dolaşmaya çıkar. Aksilik bu ya, pusulasını
aşağıya düşürür ve kaybolur. İnmek için uygun bir yer ararken bir
gokdelenin tepesinde sigara içen bir adam görür ve alçalır.
"Pardon. Ben neredeyim acaba?" diye sorar.
"Yerden 500 feet yukseklikte bir balonun içindesin" der adam.
Yonetici sinirlenir:
"Sen mühendissin degil mi?" diye sorar.
"Evet." der adam. "Nereden bildin?"
"Çünkü başım belada ve sana bir soru soruyorum. Verdigin cevap
yüzde yüz doğru fakat hiç bir işime yaramıyor."
"Sen de yoneticisin degil mi?"
"Evet sen nereden bildin?"
"Çunku yerden 500 feet yükseklikte bir balonun içinde kaybolmuşsun.
Pusulan yok, berbat durumdasın. Fakat bu şimdi benim suçum oldu."
üzerinde balonla dolaşmaya çıkar. Aksilik bu ya, pusulasını
aşağıya düşürür ve kaybolur. İnmek için uygun bir yer ararken bir
gokdelenin tepesinde sigara içen bir adam görür ve alçalır.
"Pardon. Ben neredeyim acaba?" diye sorar.
"Yerden 500 feet yukseklikte bir balonun içindesin" der adam.
Yonetici sinirlenir:
"Sen mühendissin degil mi?" diye sorar.
"Evet." der adam. "Nereden bildin?"
"Çünkü başım belada ve sana bir soru soruyorum. Verdigin cevap
yüzde yüz doğru fakat hiç bir işime yaramıyor."
"Sen de yoneticisin degil mi?"
"Evet sen nereden bildin?"
"Çunku yerden 500 feet yükseklikte bir balonun içinde kaybolmuşsun.
Pusulan yok, berbat durumdasın. Fakat bu şimdi benim suçum oldu."
Biz hakkımızı helal ederiz ama...!
"Vaktiyle Kalenderîyye yoluna mensup bir derviş, nefsle mücahede makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonraki makam Kalenderîlik makamıdır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir...
Saç, sakal, bıyık, kas. ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket
eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya baslar. Derviş aynada kendini takip
etmektedir. Basının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa
usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer
içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz
derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat
korkmuştur. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber traşa baslar.
Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
"Kabak aşağı, kabak yukarı."
Nihayet traş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre
gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine
gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın
ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir.
Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mi derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki
kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..
Saç, sakal, bıyık, kas. ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket
eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya baslar. Derviş aynada kendini takip
etmektedir. Basının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa
usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer
içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz
derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat
korkmuştur. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber traşa baslar.
Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
"Kabak aşağı, kabak yukarı."
Nihayet traş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre
gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine
gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın
ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir.
Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mi derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki
kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..
Salı, Temmuz 05, 2005
Mezar Taşı Yazısı
Westminster manastırının bodrumunda bir Anklikan piskoposunun mezarı üstünde şu sözler yazılıdır :
Genç ve hür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu kabul ettiremedim. Ve şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden fark ettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileri götürebilirdim.
Genç ve hür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu kabul ettiremedim. Ve şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden fark ettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileri götürebilirdim.
Profösörün talebelerine verdigi son ders
Bilgisayar Mühendisi Arkadas, insallah iyi bir 'donanim'ci veya iyi bir 'program'ci veya iyi bir 'network'çü veya iyi bir 'system administrator' olacaksin. Yalniz su mühim meseleleri sakin aklindan çikarma!
Bu kâinatin öyle bir donanimcisi vardir ki, bütün mevcudâti ve içinde yer yüzünü 'create' etmis;
günes'i bir 'power source', ay'i bir 'system clock' yapmis.
O 'power source'dir ki, kesintiye ugramaz ve o 'system clock'tir ki, sasmaz ve sasirmaz, o donanimcinin ilminin ve sanatinin nihayetsizligini gösterir.
Bu zât ayni zamanda öyle yüce bir programcidir ki, su muazzam dünya üzerinde çalisacak sekilde koca hayat programini yazmis, yüzbinlerce yildan fazladir, 'error' verdirmeden, 'crash' ettirmeden çalistiriyor.
Eger onun ne kadar iyi bir programci oldugunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremedigin küçücük bir hücrene bütün kodunu 'save' etmis ve yine o küçücük hücrende 'execute' ettiriyor.
Madem ki, DNA'nin bir program oldugu apaçiktir ve bir program programcisiz olamaz demek ki, senin programciligin ancak o büyük zâtin programciligina ancak bir ayna hükmündedir.
Yine senin bütün hücrelerinden olusturdugu 'network'ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konusturdugu gibi, madem ki, senin de diger insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konusabilmen için gerekli donanimi yanina vermistir, öylece de gördürüyor, konusturuyor ve dinletiyor.
Ve madem ki, sen, etrafindaki bütün cisimlerden haber alasin diye isik, ses gibi türlü medyayi hazirlamis kullandiriyor. Sen bunlari kesfeder, kullanir fakat bir yenisini ekleyemezsin, o halde öyle büyük bir 'network' uzmani zât vardir ki, senin her türlü ihtiyacini bilir, ona göre teçhizatini verir.
Senin 'network'çülügün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdigi bir küçük parça ve bir büyük nimettir.
Arkadas, aldanma!
Su güzel dünya hayati programi bir 'limited trial version'dur, görüyorsun ki, elde ettigin mali -mülkü hiç bir surette 'save' edemiyorsun.
Öyle ise;
bu kâinat yazilimini yazani tani.
Hem hiç mümkün müdür ki, bir programci bu kadar güzel bir program yapsin ve yaptigi programda 'about' kesimi koyup kendini tanittirmasin. Öyle ise bu kâinatin en büyük 'donanimcisi', 'programcisi', 'network'çüsü ve 'system administrator'u olan zâtin her yere isledigi 'about' kesimlerini gör, ögren, 'full versiyon'unu kazanmak için çalis.
Unutma ki, hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli 'log'lar tutuluyor. Bu 'log'lar her seye gücü yeten o 'system admini' tarafindan 'open' edilip 'check' edilecektir.
Aman ha dikkat !
Laedri
Bu kâinatin öyle bir donanimcisi vardir ki, bütün mevcudâti ve içinde yer yüzünü 'create' etmis;
günes'i bir 'power source', ay'i bir 'system clock' yapmis.
O 'power source'dir ki, kesintiye ugramaz ve o 'system clock'tir ki, sasmaz ve sasirmaz, o donanimcinin ilminin ve sanatinin nihayetsizligini gösterir.
Bu zât ayni zamanda öyle yüce bir programcidir ki, su muazzam dünya üzerinde çalisacak sekilde koca hayat programini yazmis, yüzbinlerce yildan fazladir, 'error' verdirmeden, 'crash' ettirmeden çalistiriyor.
Eger onun ne kadar iyi bir programci oldugunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremedigin küçücük bir hücrene bütün kodunu 'save' etmis ve yine o küçücük hücrende 'execute' ettiriyor.
Madem ki, DNA'nin bir program oldugu apaçiktir ve bir program programcisiz olamaz demek ki, senin programciligin ancak o büyük zâtin programciligina ancak bir ayna hükmündedir.
Yine senin bütün hücrelerinden olusturdugu 'network'ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konusturdugu gibi, madem ki, senin de diger insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konusabilmen için gerekli donanimi yanina vermistir, öylece de gördürüyor, konusturuyor ve dinletiyor.
Ve madem ki, sen, etrafindaki bütün cisimlerden haber alasin diye isik, ses gibi türlü medyayi hazirlamis kullandiriyor. Sen bunlari kesfeder, kullanir fakat bir yenisini ekleyemezsin, o halde öyle büyük bir 'network' uzmani zât vardir ki, senin her türlü ihtiyacini bilir, ona göre teçhizatini verir.
Senin 'network'çülügün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdigi bir küçük parça ve bir büyük nimettir.
Arkadas, aldanma!
Su güzel dünya hayati programi bir 'limited trial version'dur, görüyorsun ki, elde ettigin mali -mülkü hiç bir surette 'save' edemiyorsun.
Öyle ise;
bu kâinat yazilimini yazani tani.
Hem hiç mümkün müdür ki, bir programci bu kadar güzel bir program yapsin ve yaptigi programda 'about' kesimi koyup kendini tanittirmasin. Öyle ise bu kâinatin en büyük 'donanimcisi', 'programcisi', 'network'çüsü ve 'system administrator'u olan zâtin her yere isledigi 'about' kesimlerini gör, ögren, 'full versiyon'unu kazanmak için çalis.
Unutma ki, hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli 'log'lar tutuluyor. Bu 'log'lar her seye gücü yeten o 'system admini' tarafindan 'open' edilip 'check' edilecektir.
Aman ha dikkat !
Laedri
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)